17 Ağustos 1999 tarihinde, son yüzyılın en büyük felaketlerinden birini yaşadık. Doğu Marmara’da büyüklüğü 7.4 olan ve yaklaşık olarak 45-50 saniye devam eden bir deprem oldu. Merkez üssü GÖLCÜK olan bu deprem büyük bir afet ortaya
17 Ağustos 1999 Kocaeli ve 12 Kasım Düzce depremleri binlerce insanımızın ölümüne ve yaralanmasına, milyarlarca liralık mal kaybına neden oldu. En doğusundan en batısına, en kuzeyinden en güneyine kadar ülkemizde yaşayan uzak veya yakın her aileyi bir ölçüde etkiledi, herkesi ayağa kaldırdı. Depremin yol açtığı yıkımlar Kocaeli, Yalova, Bolu, Düzce illeri başta olmak üzere İstanbul, Bursa, Tekirdağ, Eskişehir, Zonguldak illerinde de çok büyük ölçüde can kaybına ve yapı hasarlarına neden oldu. Ayrıca, yapılarda meydana gelen yangın ve kimyasal madde sızıntıları nedeniyle insanlar zehirlendi etkilendi.
Sadece Adapazarı ve Yalova’da ortaya çıkan yıkımın ulaştığı boyut son 35 yılda ülkemizde yaşanan depremlerin her birinin birkaç katına çıkmıştır. Büyük yıkımın merkezi olan GÖLCÜK’te ise 1939 Erzincan Depremi ile kıyaslayabileceğimiz bir yıkım yaşanmıştır.
Kentleşmenin ve sanayileşmenin çok yoğun olduğu; ticaret, eğitim ve sağlık yapıları ile birlikte altyapının gelişmiş olduğu, sanayide yaratılan katma değerin oldukça yüksek olduğu bu bölgenin birinci derece tehlikeli deprem kuşağında olduğu biliniyordu.
Deprem, Türkiye nüfusunun 1/3’nün yaşadığı bir bölgede etkisini göstermiş, on beşten fazla il ve ilçe merkezinde önemli ölçüde hasara neden olmuştur. Bu depremler önemli ölçüde can ve mal kayıpları ortaya çıkarmakla kalmamış bizlere çok daha büyük bir tehlikenin habercisi endişesini hatırlatmıştır. Bu tehlike Marmara Denizinin içinde olacak bir depremdir ve İstanbul’u ve çevre illeri büyük ölçüde etkileyecektir. Bu nedenle İstanbul Depremi üzerinde bilim insanları çeşitli çalışmalar yaptılar, yapmaya da devam ediyorlar. Yaşanacak olan İstanbul Depremini ve ülkemizin diğer yerlerinde yaşanacak olan depremleri afet yönetimi açısından inceleyerek gerekli önlemlerin alınması gerektiğini de ortaya koydular. Biz de İnşaat Mühendisleri Odası olarak genelde deprem zararlarını azaltmak, özel olarak da İstanbul Depreminin ortaya çıkaracağı kayıplara ilişkin birçok çalışma yaptık.
Daha önce de ülkemiz büyük depremlere tanık olmasına rağmen 1999 depremleri, ülke için önemli bir dönüm noktası olarak düşünüldü. 17 Ağustos 1999 Gölcük Merkezli deprem bir MİLAT olarak kabul edildi.
Yapı üretim sürecindeki eksiklikler, mevcut yapıların durumu ve ülkemizin kentleşme ile ilgili politikaları, afete hazırlık konusu ve ilgili mevzuatlar olmak üzere geniş bir yelpazede ortaya çıkan yetersizlikler ve hatalar gözler önüne serildi. Ne yazık ki 1999 depremlerinin ortaya çıkardığı ağır bedellerden yeterli ölçüde ders çıkarılmaması, 2011 Yılında yaşamış olduğumuz Van depreminin acı yüzüyle bir kez daha anlaşıldı.
Konunun tüm ilgili tarafları, Van Depremi nedeniyle ülkemizin deprem gerçeğini bir kez daha hatırladılar. Ülkemizin en yıkıcı fay hattı olan “Kuzey Anadolu Fay Hattı” başta olmak üzere farklı bölgelerimizin deprem tehlikesi altında olduğu Van Depremi ile bir kez daha gözler önüne serildi.
Ülke topraklarının yüzde 66’sı 1. ve 2. derecede deprem bölgesinde yer almaktadır. Ülke nüfusunun yüzde 70’i ve büyük sanayi tesislerinin yüzde 75’i deprem tehlikesi altındadır. Türkiye çok sık deprem yaşayan ve bu depremlerde can ve mal kayıpları olan bir deprem ülkesidir.
Elbette, deprem bir doğa olayıdır. Bir doğa olayının afete dönüşmesi insan kaynaklı eksiklikler ve hatalar zincirinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Ülkemizde 6 ve üzeri büyüklükteki her deprem önemli ölçüde can ve mal kayıplarına neden oluyor. Sorun bir doğa olayı olan depremin kendisinde değil, depreme dayanıklı yapı üretilmemiş olmasında yatmaktadır. Gerekli önlemleri almamaktan ya da denetimsizlikten kaynaklanan olumsuzlukları “kader” olarak değerlendirmemek gerekir. Bunun yerine mühendislik bilimine uygun hareket edilmeli, deprem büyüklükleri dikkate alınarak yapı üretim yerleri ve yapı üretim süreci bilime ve bilgiye dayalı olarak yönetilmelidir.
Mühendislik bilimi, yöneticilerin ve siyasi sorumluların doğa olaylarını doğru bir biçimde ele almalarıyla, deprem bir afet olmaktan, masum insanların can ve mal güvenliği tehlike altında olmaktan çıkarılır. Doğa olaylarının doğal afet halini almasına neden olan ihmaller, hatalar ve eksiklikler zincirinin kırılması, akla ve bilime dayalı bir yol izlenmesiyle mümkün olabilir.
Afet, bir olayın kendisi değil insan veya doğa kaynaklı olayların ortaya çıkarmış olduğu bir sonuç olarak bilinmektedir.
Bilimi, planlamayı ve denetimi dışlayan, planlı bir üretim ekonomisi yerine ranta ve spekülasyona dayalı bir ekonomiyi egemen kılan bir anlayışın sonucu olarak kentlerimiz; sağlıksız, deprem güvenliği olmayan kaçak ve mühendislik hizmeti almayan bir yapı stoku ile karşı karşıya kalmıştır.
Yapı Stokumuzun Durumu
17 Ağustos 1999 Gölcük Merkezli Deprem, yapı stokunun %6’sının yerle bir olduğunu, %7’sinin ağır hasar aldığını, %12’sinin de orta ölçekte hasar aldığını ortaya koymuştur. Açıkçası depremden önemli ölçüde etkilenen Yalova, Adapazarı ve Kocaeli’nde bulunan yapı stokunun %25’i oturulamaz hale gelmiştir. Okullar, işyerleri, endüstri tesisleri, köprüler, hastaneler, diğer kamu yapıları ve konut nitelikli yapılar önemli ölçüde hasar alarak can ve mal kayıplarına neden olmuştur.
Gerek 17 Ağustos Depreminin ortaya çıkardığı gerçekler gerekse diğer depremlerde karşılaştığımız durumlar yapı stokumuzun büyük ölçüde risk taşıdığını, yani deprem güvenliklerinin olmadığını, açıklıkla ortaya koymuştur.
Deprem, diğer doğa olaylarından farklı olarak çok sayıda yerleşim yerlerini etkilemekte ve daha büyük hasarlara neden olmaktadır. Tarihsel süreç içerisinde topraklarımız büyük ölçüde depremlerden etkilenmiştir. Çoğunlukla kırsal alanları etkileyen depremlerin yaşandığı ülkemizde, ilk kez 1999 Doğu Marmara depremleri yoğun yerleşim alanlarının bulunduğu metropol alanları önemli ölçüde etkilemiştir.
Deprem sonrası ortaya çıkan zararları azaltmak için sadece yara sarma anlayışı ile hareket etmek sorunun ana kaynağını ortadan kaldırmıyor. Sorunu sorun olmaktan çıkaracak olan deprem yaşanmadan önce alınacak önlemlerde saklıdır. Deprem öncesi alınacak önlemler deprem riskinin azaltılacağını ortaya koyuyor.
1999 Marmara Depremi sonrası geçici ve kalıcı konut uygulamalarına yönelik olarak yapılan çalışmalar diğer yapılarla birlikte konutun insan için özel anlam taşıyan bir yapı olduğunu ortaya koymuştur. Konutu; insanın fiziksel, psikolojik ve sosyal olarak daha üst seviyede ihtiyaçlarını karşılayan özellikleriyle birlikte ele almak gerekiyor. Konut yapmak sadece bina yapmak değil, binadan da önemli olan yaşamı biçimlendirmektir. Zinciri teşkil eden halkaların birbirine bağlantısı ve sağlamlığıdır.
Deprem Gerçeği İle Yüzleşelim
Bugüne kadar ülkemizin deprem gerçeğinin bilinmesine yönelik birçok çalışma yapılmıştır. İnşaat Mühendisleri Odası olarak deprem gerçeği ile ilgili hazırlamış olduğumuz raporu TBMM Deprem İnceleme ve Araştırma Komisyonuna kapsamlı bir sunumla anlattık. Bu raporla yapı denetimi ve mühendislik eğitiminin eksikliğine plan kavramı ve kentsel planlamanın nasıl olması gerektiğine dikkat çekilmiştir. Ayrıca mesleki etik ve mesleki yeterlilik üzerinde durularak yetkin mühendislik konusuna da dikkat çekilmiştir.
17 Ağustos 1999 Depreminden sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi İTÜ, ODTÜ, YTÜ ve BOĞAZİÇİ Üniversitesine, “İstanbul Deprem Master Planı” adı altında oldukçakapsamlı bir çalışma yaptırmıştır. 2004 yılında Bayındırlık ve İskan Bakanlığı, “1.Deprem Şurası” adı altında ülkemizin bilim ve bilgi insanlarını bir araya getirerek önemli bir çalışma yaptırmıştır. Yine Bayındırlık ve İskan Bakanlığı 2009 yılında çok sayıda bilim insanı ve uzmanın katıldığı “Kentleşme Şurası”nı toplamış, çok değerli raporların ortaya çıkmasını sağlamıştır. Odamız da bu çalışmalara katılarak bilgi ve deneyimini tüm katılımcılarla paylaşmış, depreme ve deprem zararlarının azaltılmasına ilişkin çok sayıda panel, sempozyum ve konferans düzenlemiştir. Yapılan bu çalışmaların ortaya çıkarmış olduğu gerçekleri sıralarsak:
-Mevcut yapı stokunun deprem güvenliği yoktur. Bu yapıların güçlendirilmesi gerekir.
-Onarım ve güçlendirme çalışmaları rasyonel değilse yıkılıp yeniden yapılmaları gerekir.
-Yeni yapılan yapıların yeterli ölçüde mühendislik hizmeti alması ve denetlenmesi gerekir.
-Mal sahibi adına kendisini denetleyecek olan yapı denetim kuruluşunu müteahhitler belirlemektedir. Bu sistemin değişmesi gerekir.
-Yapı denetim ücreti son derece yetersizdir.
-Denetim sürecinde bulunan meslek insanlarının mesleki yeterlilikleri, meslek odası tarafından belgelenmemektedir.
-Meslek odaları yapı üretim sürecinin dışına itilmiştir.
-Yetkin mühendislik yasası tüm uğraşılara rağmen çıkarılmamıştır.
-1938 yılında çıkarılan, sadece diploma almaya bağlı olarak hizmet üretilmesini sağlayan “Mühendislik Mimarlık Hakkında Yasa” değiştirilmemiştir.
-Kentleşme süreci ile ilgili olarak ya sağlıklı planlar üretilmemiş ya da üretilmiş olsalar bile uygulama dışı bırakılmıştır.
Ne yazık ki yapılmış olan bu çalışma ve ortaya çıkarılan raporlarda bulunan değerli bilgiler dikkate alınmamış ve bu çalışmaların yapılmasına öncülük eden üniversiteler, yetkin fen adamları ve kurumlarla bürokraside gereken önem verilmemiştir.
Deprem ve Kentsel Dönüşüm
Kentsel dönüşümün sosyal boyutu, kentsel boyutu, finansal boyutu, yasal boyutu, yıkım ve geri dönüşüm boyutu son derece önemli konulardır. Kent yaşamına sadece mekânsal ölçekte bakmamak gerekir.
2009 yılında gerçekleştirilen Kentleşme Şurası’nda, kentsel dönüşüm konusu şu şekilde açıklanmıştır: ”fiziksel mekanın dönüşümünün yanında sosyal adalet ve sosyal gelişim, sosyal bütünleşme; tarihi ve kültürel mirasın korunmasıyla birlikte zarar azaltma, risk yönetimi çerçevesinde kapsamlı ve bütünleşik bir planlama yaklaşımıyla, konu ele alınmalıdır.”
Türkiye ekonomisi inşaata dayalı olarak yürütülmeye çalışıldığı için kamuya ait arsa ve arazilerin yapılaşmış olması yeni arsa ve arazilere duyulan ihtiyacı gündeme getirmiştir. Bu bağlamda “6306 sayılı Afet Riski Altında Bulunan Alanların Dönüştürülmesi Yasası” çıkarılmıştır.
Oysa bu uygulamalara ve yeni yapıların üretilmiş olmasına rağmen, 17 Ağustos 1999 yılında var olan yapılar bugün de varlıklarını sürdürüyorlar. Bu yapıların güçlendirilmesi gerekir.
Sonuç olarak
17 Ağustos Depreminin üzerinden 17 yıl geçmiş olmasına rağmen İstanbul başta olmak üzere, kentlerimiz depreme hazır değil.
Odamız, bugüne kadar mühendislik eğitiminden yapı üretim sürecine kadar geniş bir yelpazede görüş ve önerilerini defalarca kamuoyuyla, ilgili idari ve siyasi birimlerle paylaşmıştır. Odamız tarafından bu konuya ilişkin çeşitli raporlar hazırlanmış, ilgili bakanlıkların düzenlediği bilimsel içerikli etkinliklere katılarak değerlendirmelerde bulunulmuş, deprem ve ilgili konularda çok sayıda bilimsel-mesleki etkinlikler, meslek içi eğitimler düzenlenmiş, depremin unutulmaması ve depreme yönelik duyarlılığın artırılması amacıyla kitlesel eylemler, yürüyüşler organize edilmiştir.
Ancak son yıllarda iktidarın mesleğimizi ilgilendiren konularda yaptığı değişikliklerle; meslek odalarının üyelerini denetlemesi, sicillerini tutması, mesleki faaliyetlerini kayıt altına alması engellenmiş, meslek odalarının üyeleriyle olan ilişkileri zayıflatılmıştır. “İmzacılık” ve sahte mühendisler mesleğimizin güvenirliğini aşağılara çekmiştir. Bu durum haksız bir rekabeti gündeme getirdiği için mühendislik hizmetlerinde kalite düşmüştür.
İnşaat Mühendisleri Odası, yapı üretim süreci tüm eksiklerinden arındırılıncaya kadar, yapı stoku iyileştirilinceye, güvenli ve sağlıklı yapı üretilinceye ve mühendislik hizmeti almadan üretilmiş tek bir yapı kalmayıncaya kadar çalışmalarını sürdürecektir.
İnşaat Mühendisleri Odası depremi unutmama, unutturmama ısrarını sürdürmektedir. Güvenli ve sağlıklı yapı üretimi sağlanana kadar da depremi unutmamaya ve unutturmamaya çaba gösterecektir.